Yaşam

Berlin: Ünlü isimler, tuhaf filmler

Ahmet Boyacıoğlu

Bir sinema festivali yönetmeninin en değerli görevi festivali görünür kılmak ve anlatmak olmalıdır. Berlin bu konuda her zaman çok başarılı olmuştur. Yıllar önce Rolling Stones’la ilgili bir belgeselle açılışını yapan festival, doğal olarak grubun tüm üyelerinin de açılışında hazır bulundu. Bu tür haberlere kim kayıtsız kalabilir? Her yıl ünlü sinema oyuncuları ve yönetmenlerin yanı sıra dikkat çekeceği kesin olan bazı isimler de bir şekilde festivalde yer alıyor. İngiliz Kraliyet Ailesi’nin baş belası Harry ve Meghan’ın gelecek yıl Berlin’e gelmesi şaşırtıcı olmamalı.

Bu yılın en çok konuşulan isimlerinden biri de Boris Becker. Genç neslin adını bile duymadığı Becker, 1980’lerde kazandığı turnuvalarla milli kahraman ilan edilmiş bir tenis yıldızıydı. Doğal olarak tenis bir yaştan sonra bitiyor ama hayat devam ediyor. Aslında Boris Becker oldukça şanssız bir ünlü. Boyalı basının sayfalarından hiç ayrılmadı ama hep skandallarla anıldı, aşk hayatı ve vergi dairesiyle başının derde girmesi hep manşet oldu. Ünlü olmakla rezil olmak arasında her zaman ince bir çizgi vardır. (Ancak elimizde olsaydı vergi borçlarını silip yönetim kurulu üyeliği kurardık ve o da gül gibi yaşardı. Almanya bu konuda çok nankör.) birkaç ay önce ve Almanya’ya döndü. Festival programında gösterilen “Boom Boom, The World Against Boris Becker” belgeseli Alman basınından yoğun ilgi gördü. Becker basın toplantısında ‘Bir hata mı yaptım? Evet. Bu salonda hayatında hiç hata yapmadığını iddia eden biri varsa ayağa kalksın. İyi laf. Bu ayağa kalkma meselesini herkesin düşünmesi lazım.

Ana Yarış’ta Rolf de Heer’in Avustralyalı imalı “İyiliğin Hayatta Kalması” çok ilginç ama bir o kadar da garip bir film. Çölün ortasında bir kafese kapatılmış siyah tenli bir kadın sinemanın baş kahramanıdır. Başlangıçta ‘Bu nerede?’ diye düşünürken, dünyadaki rastgele bir çöl de olabilir, başka bir ıssız yer de. Uzun bir süre kafesteki hanımı ve çölde birbirleriyle mücadele eden karıncaları izliyoruz. Büyük karıncalar küçükleri öldürür ve sonra giderler. Hanımın kafesten çıkmayı başarmasıyla distopik bir yolculuk başlar. Salgının yok ettiği köyleri, terk edilmiş evleri, ölmüş karısını kucağında tutmuş yüzü bereli yaşlı bir adamı, köprülerde asılı duran insanları, açık mezarları, çürümüş cesetleri görüyoruz. Gaz maskeli silahlı adamlar kafeslerde siyahilere eziyet ediyor ve taş atıyor. Sinemada diyalog yoktur, konuşulacak bir şey yoktur çünkü savaş, şiddet ve eziyetin kendi dili vardır. Son sahnede iki kişi birbirine bir şeyler anlatmaya çalışıyor ama farklı dilleri konuştukları için anlaşamıyorlar. İzleyiciler hiçbir şey anlamıyor çünkü altyazı yok, tıpkı dünyanın şu anki durumu gibi. İzlemesi pahalı.

Güney Afrikalı John Trengove tarafından yönetilen “Manodrome”, Jesse Eisenberg ve Adrien Brody’nin başrollerini paylaştığı bir Amerikan sinemasıdır. Önce maddi sorunları olan, kız arkadaşı hamile, kafası karışık, yalnız ve sinirli Uber şoförü Ralphie’yi tanıyoruz. Bela kokusu her yerde. Ralphie, erkekliği kutlayan bir tarikata bir arkadaşının gelmesiyle ve biraz da kadın ağzıyla katılır. Bu, baba-oğul bağı konusunda konseyi olan garip bir topluluk. ‘Peder Dan’ (Adrien Brody) tarikatın lideridir, yeni üyelere ‘oğul’ denir. Tarikata katılım, kovboy sinemalarında sığırlara basılan damgaya benzer şekilde, törenle ve sağ kola damga vurularak gerçekleştirilir. Kendini kurban gören, hanımı şeytanlaştıran hastalarımız var. Sinema ilerledikçe bu zehirli erkekliğin bastırılmış karanlık taraflarıyla karşılaşıyoruz. Sonra bir silah çıkar ve kan cesedi alır.

Bir yönetmene veya klasik bir sinemaya adanmış bazı sinemalar var. Bu film Martin Scorsese’ye ve “Taksi Şoförü”ne saygısızlık örneği sayılabilir. Uzak dur.

beykozajans.com.tr

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu